Distopya denince akla gelen ve bir çırpıda sayılabilecek popüler romanlar bulunuyor. İlk distopya eserlerinden biri olarak nitelendirilen H.G Wells’in Efendi Uyanıyor - orj. The Sleeper Awakes- adlı romanını, benzeri diğer eserlerin biraz da gölgesinde kalmış olsa gerek, diğerlerine göre oldukça geç okudum. H.G Wells bu eserine 1898 - 1903 yılları arasında seri olarak devam etmiş ve ardından 1910 yılında da ciddi eklemeler yaparak Efendi Uyanıyor ismiyle roman olarak yayımlanmış. Roman girdiği trans hali ile 203 yıl süren uzun bir uykunun ardından gözlerini açan bir Viktorya Devri İngiliz beyefendisinin başından geçenleri anlatıyor. Karakterimizin gözlerini açtığı andan itibaren yaşadıkları üzerinden bize bir gelecek tasviri aktarılıyor. Güç mücadelesi, teknolojik gelişmeler ve bir sosyal uyanışa tanık oluyoruz kitap boyunca. Wells’in bu konuları işlerken uyku/uyanış kavramlarını başlangıç noktası olarak seçmesi de şu satırları okuyunca daha bir anlamlı geliyor insana.
Ne muazzam bir karmaşa! Her şey ne kadar da basit ve tekdüze gözüküyor oysa. Kaç kişi her sabah yaşadığımız uyanışın nasıl mümkün olabildiği üzerine kafa yormuştur? Bunu mümkün kılan sayısız unsurun, nasıl olup da birlikte iş gördüklerini kaç kişi sorgulamıştır? Ruhun ilk kıpırdanmaları; bilinçsizlik halinin önce bilinçaltına, bilinçaltının bilince doğru açılması… Ve nihayet kendi varlığımızın yeniden farkına varışımız. İşte her gece uykusundan sonra hepimizin başına gelen bu halleri şimdi Graham yaşıyordu. H. G. Wells, Efendi Uyanıyor
Kitap ana karakter olan Graham’ın uzun süren uykusuzluk sorununu tasvir ederek başlıyor. Bu sorunu aşmak için ilaçlara yöneliyor ve bu süreç uzun süreli bir trans haline kadar varıyor. Öyle ki bu durum tam 203 sene sürüyor. Kendisinin yaşadığından ümit kesilmiş olsa da, anladığımız kadarıyla bu süre zarfında kendisi gözetim altında tutulmuştur. Bu uzun dönemde Graham’ın kişisel serveti bir konsey tarafından yönetilmiş ve bunun sonucunda da Graham da Dünya’nın en zengin ve en güçlü kişisi haline gelmiştir. Öyle ki, bulunduğu trans halinin de katkısı olsa gerek, Graham bir sembol, adeta bir kurtarıcı kimlik haline gelmiş ve Dünya’nın Efendisi olmuştur. Karakterimiz 203 yıllık uykunun ardından beklenmedik bir şekilde gözlerini tekrar açtığına şahit oluyoruz. Graham Beklenmedik Bir Şekilde Uyanır
Graham gözlerini açtıktan sonra biz de geçen sürede ne gibi değişimler olduğunu aşama aşama öğrenmeye başlıyoruz. Graham’ın uyandığı ortam iki kutuplu bir yapıda. Bir tarafta yönetimi üstlenen Konsey ve silahlı güçleri, karşılarında ise Devrimciler bulunuyor. Karakterimiz tam da böyle bir ortamda, bir toplumsal uyanışın ortasında gözlerini açıyor. Konseyin baskıcı politikalarına karşı zaten ayaklanmış durumda olan kitlenin uyanışı da Efendi’nin uyanması ile birlikte pekiştiriyor ve konseyi devirmek üzere hareket geçiyorlar. Graham ise uyandığı andan itibaren konsey tarafından kontrol altındadır. Belli bir süre boyunca etrafında olan bitenleri anlamlandırmaya, geçen iki yüzyıl boyunca nelerin değiştiğini hangi toplumsal dönüşümlerin gerçekleştiğini hangi kurumların varlığını sürdürdüğünü ya da yenilerinin ortaya çıktığını öğrenmesine tanık oluyoruz. Konsey ile Devrimciler arasında geçen mücadelede Konseyin devrilmesine tanıklık ediyoruz. Konsey devrildikten sonra gücü Efendi Graham adına eline alan ve yönetimi üstlenen Ostrog karakteri ile tanışıyoruz. Ostrog’un liderliğinde de Konsey’in oluşturduğu baskıcı politikaların devam ettiğini Graham ile birlikte biz de öğreniyoruz. Bu ortamdan sebeple, konseyi deviren devrim hareketinin devam ettiğini ve adeta devrim içinde devrim sürecini de takip ediyoruz. Kitap boyunca teknoloji bağlamında çeşitli öngörüler ile karşılaşıyoruz. Wells’in uçaklar, rüzgar gülleri, televizyon, kitlesel iletişim ve eğitim alanlarında oldukça başarılı tahminleri var. Rüzgar güllerine oldukça büyük önem atfetmiş hayal ettiği toplumda. Kineto - telefotograf dediği cihazlar ile de kitlesel iletişime yönelik bir öngörü sunuyor. Bu cihazlar ile dünyanın dört bir tarafı ile görüntülü ve sesli irtibatın sağlandığını tasvir ediyor. Toplumun eğitim ve kültür seviyesine yönelik fonograf adı verilen cihazlar kullanılıyor mesela. Eğitimin de bu teknolojiler ile tek tipleştirilmesi ve tek bir elden kontrolünü de görüyoruz.
“Bütün imkanları sunmaya çalışıyoruz onlara. 500 civarında fonograf, Londra’nın farklı bölgelerinde ders veriyor. Söz sanatını Platon ve Swift’ten, aşk ilişkilerini Shelley, Hazlitt ve Burns’tan öğreniyorlar. Daha sonra dinledikleri dersler hakkında denemeler yazıyorlar. Bunları yazanların isimleri başarı sırasına göre halka açık yerlere asılıyor. İşte sizin evlatlarınızı böyle yetiştiriyoruz. Sizin döneminizin cahil orta sınıfları geride kaldı artık.” … Başmüfettiş ihtiyarın sözlerini onayladı. “Temel eğitimi ,çocuklar için eğlenceli bir hale getirmeye çalışıyoruz. Kısa bir süre sonra çalışmak zorunda kalacaklar. Buna uygun olarak onlara sadece bazı temel prensipler öğretiliyor. İtaat gibi. Endüstrinin önemi gibi…” “Pek fazla bir şey öğretmiyorsunuz o zaman?” “Neden öğretelim ki? Bu sadece bela ve hoşnutsuzluk getirir. Onların eğlenmelerini sağlıyoruz. Şu anda bile sorunlar var. Kışkırtmalar var! İşçiler bazı tehlikeli fikirleri öğreniyorlar. Biri duyunca, diğerlerine de yayıyor bunları. Sosyalist ve hatta anarşist fikirler yayılıyor işçilerin arasında. Tehlikeli provokatörler aralarına sızmaya çalışıyor. Bunun farkındayım ben. Hep farkında oldum. Benim öncelikli görevim halk arasında yayılan bu tarz tehlikeli hoşnutsuzluklarla mücadele etmek. İnsanlar neden mutsuz olsunlar ki?”
Kitapta ana karakterin ağzından çıkan ve okurken insanı rahatsız eden birkaç husus var. Irkçılık kokan satırlar oldukça rahatsız edici. Bunlar yazarın şahsi fikirleri mi yoksa hayal ettiği toplumu eleştirirken tercih ettiği bir söylem mi bilemiyorum. Gerçi H. G. Wells’in Sosyal Darwizm ve Öjenik konusundaki ilginç fikirleri tartışılan bir konuymuş. Kitaptaki ilgili satırlar ise şöyle;
“Bu siyahî polisler Londra’ya gelmemeli,” dedi Graham. “Ben Efendiyim. Ve onların gelmemelerini istiyorum.” Ostrog, Lincoln’e baktı. Arkasında duran iki yardımcısı ile birlikte bir süredir o da yanlarındaydı. “Neden?” dedi Ostrog. “Beyaz adamlar, beyaz adamlar tarafından yönetilmeli. Ayrıca…” “Siyahîler sadece basit bir araç…” “Mesele bu değil. Ben Efendiyim. Benim söylediklerimi yerine getireceksiniz. Siyahî polislerin getirilmemesini istiyorum.” H. G. Wells, Efendi Uyanıyor, pg. 207, loc. 3168-3173
Özetle, bilimkurgu severler için hoş bir okuma deneyimi sunuyor bu kitap. Gelecek toplumunu tasvir ederken hemen hemen gerekli her alana değiniyor. Sınıf bilinci ve sınıf mücadelesi, eğitim kurumunun kontrolü, din kurumu gibi konulara değinerek okura fikir jimnastiği yaptırıyor. Türünün ilk örneklerinden biri olması da okunmasını gerektiren sebeplerden biri olarak nitelendirilebilir. Kitabın anlatım tarzı da oldukça akıcı. Hatta kitabın sonlarına doğru bir sinema filmi sahnesini takip eder gibi hissediyorsunuz. Ancak kitabın işlediği konuları düşünürsek biraz daha yoğun bir anlatımı tercih ederdim açıkçası.
Kitaptan Alıntılar
“Hayır,” dedi Ostrog. “Sıradan insanın egemenlik iddiasında bulunduğu günler artık geride kaldı. Kırsal alanda insanlar arasında ortalama bir denge vardır. İnsanların konumları birbirlerine yakın sayılır. Belki de bu yüzden erken dönem aristokrasisi tehlikelere karşı savunmasızdı. O dönemde başkaldırılar, çekişmeler ve kargaşa asillerin başına bela oluyordu. İlk gerçek aristokrasi, kalelerin ve zırhların gelişimiyle ortaya çıktı. Ancak böyle kalıcı hale gelebildi. Tüfek ve okun yaygınlaşmasıyla birlikte gücünü yitirdi. Bugün artık nihayet en gerçek ve en güçlü aristokrasinin çağı başlamıştır. Barut ve demokrasi çağı, insanlığın genel akışı içerisinde bir istisna oluşturur. Sıradan insan bugün geldiğimiz noktada tamamen çaresizdir. Şehir adı verilen muazzam bir makineye sahibiz. Sıradan insanın anlayışının çok ötesinde karmaşık bir makine…”
Kızın yüzü kızarmıştı. Hızla döndü. “Sizin zamanlarınız özgürlük çağlarıydı. Evet, en azından benim düşüncem böyle. Tüm ömrüm boyunca böyle düşündüm. Hiç mutlu olamadım ben. İnsanlar artık özgür değiller. Özgür olamadıkları gibi, daha büyük ya da daha iyi de değiller. Keşke hepsi bu kadar olsa. Bu şehir bir hapishane. Bütün şehirler gibi. Anahtar servet sahiplerinin elinde. Sayısız insan, beşikten mezara kadar sadece çalışıyor. Bu doğru mu? Hep böyle mi olacak bu? Evet, maalesef sizin zamanınızda olduğundan çok daha kötü her şey. Sadece acı ve keder var bizim hayatımızda. Tanık olduğunuz sığ zevklerle dolu hayatın az ötesinde korkunç bir perişanlık var. Sefalet! Yoksulluk! Evet. Acı çeken yoksullar var. Bu insanlar sizin uğrunuza ölüme gittiler. Siz hayatınızı onlara borçlusunuz!”
Diyelim ki siz bizim köleleştirdiğimiz işçileri azat ettiniz. Hayatlarını yeniden zevk dolu kıldınız. Bu sadece onların layık oldukları çamura daha fazla batmalarına neden olacaktır.” Gülümsedi. Yüzündeki ifade Graham’ı tiksindirmişti. “Öğreneceksiniz. Bu fikirleri iyi tanıyorum ben. Çocukluğumda Shelley’i16 ve özgürlük rüyasını okumuştum. Özgürlük diye bir şey yoktur. Yalnızca bilgelik ve öz denetim vardır. Özgürlük içimizdedir. Varsayalım ki, mümkün değil ama bu yürüyen mavili aptallar bir şekilde bizi yenmeyi başardılar. Sonra ne olacak? Ne olacağını söyleyeyim size. Başka Efendilerin eline düşecekler. Koyunlar olduğu müddetçe onları avlayacak kurtlar da olacaktır. En fazla bu mutlak sonu bir süre erteleyebilirsiniz. Aristokrasinin yükselişi karşı konulmaz bir gerçek. Zafer üst-insanın olacak. Sokaktakilerin bütün çılgınca protestolarına rağmen… Bırakın isyan etsinler, hatta bırakın kazansınlar. Beni ve benim gibileri öldürsünler. Başkaları ortaya çıkacaktır, başka Efendiler. Ve netice değişmeyecek.
Eski düzende kırsal alanda çok sayıda çiftlik evi vardı. Her üç-dört km’de bir, toprak sahiplerinin arazileri başlıyordu. Her yerde hanlara, bakkallara, kiliselere ve bekar evlerine rastlamak mümkündü. Neredeyse her on iki kilometrede bir kasaba merkezi olurdu. Avukatlar, mısır tüccarları, yün tacirleri, eyerciler, veterinerler, doktorlar, manifaturacılar, şapkacılar ve benzeri meslek erbabı, kasaba merkezlerinde yaşardı. Kasaba merkezleri arasındaki uzaklık, çiftçilerin kolay yolculuk edebilmelerini mümkün kılacak şekilde belirlenmişti. Zamanla ulaşım araçları çeşitlenmeye başladı. Önce demiryolları ortaya çıktı, sonra hafif demiryolları. Daha sonra hafif motorlu araçlar, vagonların ve at arabalarının yerini aldı. Zamanla ana yolların yapımında kullanılan malzemeler çeşitlenmeye başladı. Plastik, edhamite ve benzeri her türden dayanıklı sentetik maddeler kullanıma girdi. Bu gelişmeler kasaba merkezlerine olan ihtiyacı ortadan kaldırmıştı. Giderek daha büyük kasabalar çıktı ortaya. Büyük kasabalar neredeyse sonsuz gibi gözüken iş imkanları ile işçiler için bir cazibe merkezi oldular. İşverenler ise buraları muazzam büyüklükte bir emek havuzu olarak görüyorlardı